|  100. Yılında Tarihsel TKP... SİP-TKP:  “Yeniden doğuş”!H. Fırat   Kendine  özgü kökeniyle SİP-TKPKonumuzun  Tarihsel TKP olduğunu, sonraki dönemin sol akımlarına ise ancak bu ana konuyla  bağlantılı olarak ve yalnızca bunun gerektirdiği sınırlar içinde değineceğimizi,  Tarihsel TKP’nin devamı olmak iddiası taşıyan çeşitli türden oluşumlarla da bu  kapsamda ilgilendiğimizi, SİP-TKP ile işimizin şimdilik bu sınırlar içinde  olacağını söylemiş bulunuyoruz. Leipzig  TKP’si üç kişilik bir protokol ekibi ve biraz daha geniş bir radyo  redaksiyonundan oluşuyordu. Ama tüm bu insanların ortak özelliği, bir TKP  geçmişine sahip olmalarıydı. Zeki Baştımar ve İsmail Bilen ötekilerden farklı  olarak MK üyeliği düzeyine kadar TKP’de çeşitli üst düzey sorumluluklar  almışlardı. İsmail Bilen 1937’den dağıtıldığı 1943’e kadar TKP’nin Komintern  bünyesindeki temsilcisiydi. Dolayısıyla, Tarihsel TKP’nin 1960’lardaki  temsilcisi olmak iddiaları herhangi bir temelden yoksun olsa da, onların bu  iddialarının yine de anlaşılabilir bir yanı vardı. Sonuçta bu iddiayı  taşıyanlar, eski TKP’lilerdi. Aynı şey, daha da daralmış ve tartışmalı hale  gelmiş biçimiyle, İsmail Bilen TKP’si için de söylenebilir. Hiç değilse iki  liderinin tarihsel geçmişi üzerinden... Peki  SİP’in Tarihsel TKP’yle herhangi bir ilişkisi sözkonusu mudur? Dünün ya da  bugünün Türkiye’sinde, şu veya bu sosyalist sol gelenekten gelen herhangi bir  parti, grup ya da çevre için bu konuda genel anlamda ne söylenebilirse, SİP  için de işte ancak o kadarı söylenebilir. Sonuçta herkes öncelleri üzerinden şu  veya bu biçimde Tarihsel TKP birikiminden gelmedir. SİP 1960’lı yılların TİP  yönetiminden kök almaktadır. Onun özellikle Behice Boran üzerinden bu kökeni  önemsediğini de biliyoruz. Peki SİP’in 1970’li yılların İsmail Bilen TKP’siyle bir  bağı var mıdır, varsa ne türdendir? Yanıt için SİP’in 1970’li yıllardaki  kendine özgü kökenine bakalım. SİP’in  kendine özgü kökeni İkinci TİP’e dayanır. Behice Boran önderliğinde 1970’lerin  ikinci yarısında sahneye çıkan “İkinci TİP”, İsmail Bilen TKP’si ve TSİP ile  birlikte, 1970’ler Türkiye’sinde sol hareketin reformist kanadında yer  alıyordu. Kendi aralarında farklılıklar ve buradan gelen  tartışmalar/sürtüşmeler olsa da, üçünün ortak yönü, SBKP’nin temsil ettiği  uluslararası revizyonist akımın Türkiye’deki uzantısı olmalarıydı. Dönemin  devrimci akımlarından farklı olarak TİP ve TSİP tümüyle yasal partilerdi.  Reformist politik çizgilerini legalist örgüt çizgisi tamamlıyordu. İsmail Bilen  TKP’sinin farklı örgütsel konumlanması ise kendi iradesi ve tercihine rağmendi.  Legale çıkmak, yasal bir parti olarak kurulu düzenin icazet alanına geçmek için  o yıllarda harcadığı çok özel çaba bunun göstergesidir Başlangıçta  İsmail Bilen TKP’sine şiddetle karşı olan ve kendisini ülkenin tek gerçek işçi  sınıfı partisi olarak sunan İkinci TİP, kısa sürede kendi gerçeğinin  sınırlarını görünce, 1978 ortalarında diğer iki parti ile “tek parti”de birlik  sorununu gündeme almak zorunda kaldı. Partinin yayın organı Yürüyüş dergisinin  başyazarı Yalçın Küçük, İsmail Bilen TKP’si ile birleşmenin CHP’nin dümen  suyuna götüren en kestirme yol olduğunu ileri sürerek (ki bu tümüyle doğruydu)  bu yönelime muhalefet etti. Bu nedenle ağır suçlamalar eşliğinde TİP’ten  kovulunca, Metin Çulhaoğlu ile birlikte Sosyalist İktidar dergisi  etrafında 12 Eylül darbesine kadar varlığını sürdüren ayrı bir grup oluşturma  yoluna gitti. Bir dergi çevresi olmaktan öteye gidemeyen grup, 12 Eylül’ün  ardından bölündü. Yalçın Küçük ile Metin Çulhaoğlu’nun yolları ayrıldı.  Çulhaoğlu, 1986 yılı sonunda, 12 Eylül dönemini akademik eğitimlerini  tamamlamakla geçiren bazı gençlerle (Kemal Okuyan, Aydemir Güler vb.) birlikte Gelenek dergisini çıkarmaya başladı. Özetle,  çıkışında İsmail Bilen TKP’si karşıtlığı olan Sosyalist İktidar dergisi  grubu, ‘80’li yılların ikinci yarısında Metin Çulhaoğlu liderliğindeki Gelenek dergisinin ve ondan ‘90’lı yıllarda doğan Sosyalist İktidar Partisi’nin (SİP)  en dolaysız kaynağını oluşturmaktadır. SİP’in kendisi kaynağına öylesine  bağlıdır ki, bunu benimsediği parti ismine dosdoğru yansıtma yoluna gitmiştir.  1970’lerin sonunda Sosyalist İktidar dergisi ile çıkılan yolda  1990’ların ilk yarısında Sosyalist İktidar Partisi’ne varılmıştır (hemen  öncesinde kısa bir STP denemesi var). Yaklaşık onbeş yılı bulan bu dönemde bu  “gelenek”, devrimcisi orda kalsın, bir örgüt bile değildir. Devrimci politika  ve pratiğin, ancak bu sayede kazanılabilir olan devrimci moral değerlerin  dışındadır. Basitçe bir teorik dergi çevresidir. SİP’i doğuran özgün geleneğin  kendine özgü yanı tam olarak budur. Burada  İsmail Bilen TKP’si ile bir ideolojik akrabalık elbette vardır (ne de olsa aynı  uluslararası kaynaktan besleniyorlardı), ama arada dolaysız bir  politik-örgütsel ilişki yoktur. SİP’in özgün kökeninin İsmail Bilen TKP’sine  karşıtlığa dayandığını söyledik. SİP-TKP’nin şimdiki lideri Kemal Okuyan, 2000  yılı gibi geç bir tarihte bile, aralarındaki mesafeyi özellikle vurgulamak  ihtiyacı duyuyordu: “Biz bu partinin devamı gibi gözükmek istemiyoruz. Çünkü  bu partinin tarihinin belli bölümlerinin Türkiye’deki sosyalist mücadelenin  mirasını temsil edemeyeceğini düşünüyoruz.” (YKP radyosuyla söyleşi, Ekim  2000). SİP, bu  açıklamadan yalnızca bir yıl sonra, 2001 yılı Kasım’ında, isim hakkını İsmail  Bilen TKP’si izleyicilerinden gasp etmekle kalmadı, bir anda kendini İsmail  Bilen’inki de dahil tüm TKP tarihinin biricik temsilcisi de ilan etti. Bünyede  sakatlıklar yaratacak türden bir büyük ani manevraydı bu. Ama nedensiz değildi.  Düzen politikasının o günkü seyri SİP’i bu doğrultuda özendiriyor, adeta ona  yolu açıyor, zemini düzlüyordu. SİP’in kendi tanıklığı bile bunun için yeterli  kanıttır. “Karşı  devrimin etkisiyle sol tasfiye olurken...”SİP-TKP  siteleri, Tarihsel TKP’nin 100. Yıldönümüne denk getirerek, “TKP’nin 100.  yaşında önemli çalışma: ‘TKP’nin yüz yıllık tarihi, tarihimiz...’”  başlığı altında şu ortak haberi duyurdular: “Türkiye  Komünist Partisi yüzüncü yaşını geride bırakırken parti tarihi kitap çalışması  sonbahar aylarında arka arkaya dört kitap halinde yayınlanmak üzere son aşamaya  geldi.” Haberde  hazırlanmakta olan kitapların konusu üzerine şu bilgiler veriliyordu: “Kitaplardan  ilki ‘TKP’nin Kuruluş Dinamikleri’ başlığı altında Ekim Devrimi ve Türk burjuva  devriminin kesişiminde komünizm mücadelesinin ilk yıllarını analiz ediyor. “İlk  kitabın ardından, 1930’lardan 1950’lere partinin kesintilerle dolu ancak  inançlı kadroların elinde devrimci arayışı terk etmeyen uzun dönemi ikinci  kitabın konusu olacak. “İşçi  sınıfı ve sol hareketin ülkedeki siyasi yaşamı belirler hale geldiği, partinin  kitleselleşme yolunda önemli mesafe kaydettiği yıllar üçüncü kitapta  inceleniyor. “Karşı  devrimin etkisiyle sol tasfiye olurken Gelenek hareketinin bizi bugüne taşıyan  partileşme süreci ve TKP’nin yeniden doğuşu ise son kitabın konusu olacak.” (10  Eylül 2020). Haber  yeterine açık olmalı: İlk iki kitabın Tarihsel TKP’yi, üçüncü kitabın İsmail  Bilen TKP’sini ve sonuncusunun ise bildiğimiz SİP’i konu alacağı bildiriliyor.  Tarihsel TKP’nin 100. Yılındayız ve buna ilişkin her çalışma gibi, duyurusu  yapılan dört kitabı da özel bir ilgiyle bekliyoruz. Bu bekleyiş içinde en çok  merak ettiğimiz, dört kitap halinde sunulan bu üç farklı partinin aynı tarihi  çizgide bir tek parti olarak nasıl sunulacağıdır. Ekim 2000’de miras hakkı  reddedilen İsmail Bilen TKP’si, yalnızca bir yıl sonra, Kasım 2001’de önce isim  ve ardından tarihi üzerinden sahiplenilmişti. Şimdi de üçüncü kitap üzerinden  ve üçüncü tarihi dönemin nihayet kitleselleşmeyi başaran temsilcisi olarak,  övgülere konu ediliyor. Başka örnekleri üzerinden de görebileceğimiz gibi,  tarihle uluorta oynamak, ilkede, sınıfsal konumda, tarihsel kökende temelden  ayrı ya da farklı olanları aynı çuvala tıkıştırarak bundan en maharetli  sonuçlar çıkarmak (çıkardığını sanmak!) bu insanların en büyük marifetidir.  Bunu bu sınırlı değinmeler içinde bile yeterince örneklemek imkânı bulacağız.  Yine de bu defa işlerinin biraz zor olduğunu söyleyebiliriz. Bekleyelim ve  görelim. Ama  kitaplardan dördüncüsü tanımlanırken kullanılan şu ifadeler için hiç de kitabın  kendisini beklememiz gerekmiyor: “Karşı devrimin etkisiyle sol tasfiye  olurken Gelenek hareketinin bizi bugüne taşıyan partileşme süreci ve TKP’nin  yeniden doğuşu.” SİP-TKP,  TKP tarihinin kendisi tarafından temsil edildiğini düşündüğü döneminin  ayırdedici özelliklerini tanımlarken söylüyor bunları. Ama böylece kendi  gerçeğine en açıklayıcı ve aydınlatıcı biçimde tanıklık etmiş de oluyor.  SİP-TKP adına benzer değerlendirmelerin farklı zamanlarda aynı açıklıkla  yapıldığını biliyoruz. Yapılan  tanım bir dizi meşru soruyu kendiliğinden doğuruyor. Örneğin: “Karşı  devrimin etkisiyle sol tasfiye olurken Gelenek hareketi” nasıl olmuş da bu  büyük yıkımın dışında kalabilmiştir? Yanıtı kolay olmayan bir soru bu. Yine de  muhtemel yanıtlara ilişkin bazı ek sorular sıralayalım: SİP, diğerlerinden  farklı olarak doğru bir sınıf-kitle çizgi izleyerek saldırıyı kendi yönünden  başarıyla püskürttüğü için mi? Yoksa karşı-devrimin erişemeyeceği biçimde,  erişse bile tasfiye edemeyeceği türden bir politik-örgütsel yapı inşa etmeyi  başardığı için mi? Ya da saldırının amacını, gücünü ve şiddetini zamanında  görüp değerlendirerek güçlerini doğru bir çizgide ve güvenli biçimde geri  çekmeyi başardığı için mi? Ya da örneğin dikkatleri, dolayısıyla saldırıları  üzerine çekmemek için geriye çekilip köşesine sindiği için mi? Yazık  ki bu yanıtların hiçbiri SİP-TKP gerçeğine uygun düşmüyor, belli bir doğruluk  payı içeren sonuncusu bile. Gerçek durum sonuncu yanıttakinden bile daha  vahimdir. Gerçek  yanıtı bulmak için, 1990’ların ortasından 2000’li ilk yıllara, yani tam da “Gelenek  hareketinin bizi bugüne taşıyan partileşme süreci ve TKP’nin yeniden doğuşuna” denk gelen sürece bakmamız gerekecek. Bu konuda çok yeni şeyler söylememiz de  çok gerekli olmayabilir. Zira her şey değilse bile çok şey zamanında yeterli  açıklıkta saptanmış, söylenmiş, tarih önünde kayıtlara geçmiştir. Ne de olsa  Türkiye devrimci hareketinin en şiddetli ve kanlı saldırıların hedefi olduğu  bir dönemden sözediyoruz. Buna  geçmeden önce, yanıtın daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak ek bir sorumuz  daha var. Bu soru da yine bizzat SİP-TKP’nin kendi tanımından dolaysız olarak  çıkıyor: Kuruluşundan tarihe karıştığı döneme kadar, yani tüm tarihi boyunca  Tarihsel TKP’ye, sonu gelmez baskılar, saldırılar, tutuklamalar, işkenceler ve  uzun yılları bulan zindan yaşamıyla nefes aldırmayan bir devlet (o şu sıra  göklere çıkardıkları cumhuriyet!), üstelik tepeden tırnağa çürüyüp bir özel  savaş aygıtına dönüştüğü bir dönemde, üstelik tam da dizginsiz saldırılarla  solu tasfiye etmeye yöneldiği ve söylenen doğruysa (SİP-TKP öyle söylüyor!)  bunu da başardığı bir sırada, nasıl olmuş da “TKP’nin yeniden doğuşuna” bu denli gönlü rahat biçimde razı olabilmiştir? Sanıyoruz  bu sonuncusu özellikle zor bir soru. Haber verilen kitaplarda bu türden  sorulara umalım ki gerekli yanıtlar vardır. Kitapları (özellikle de  sonuncusunu!) özel bir ilgiyle beklediğimizi yineleyelim ve aynı sorulara tam  da sürecin seyri içinde verilmiş kendi yanıtlarımıza geçelim. Devletin  Siyaset Belgesi ve “ılımlı sol”Öncelikle  son kırk yıl üzerinden sol harekete ilişkin genel bir tarihsel çerçeveye  ihtiyacımız var. Temmuz 2002’de partiye sunulan ve TKİP II. Kongresi’nin  (2007) ardından kamuoyuna açıklanan kapsamlı bir değerlendirmenin sol harekete  ayrılmış bölümünden aktarıyoruz: “1960’larla  birlikte yeniden doğan, hızla kitleselleşen ve toplumun gündemine giren sol  hareketimiz, izleyen yirmi yıl içerisinde devrimcileşme ve halk hareketinin  devrimci yükselişi ortamında etki ve gücünün en ileri boyutlarına ulaşma imkânı  buldu. Son kırk yılın ilk yirmi yılında durumu bu olan sol hareket, 12 Eylül  faşist darbesini izleyen son yirmi yıl içerisinde ise birbirini izleyen  yenilgiler, bu yenilgilerin her birinin her seferinde yeni boyutlar  kazandırdığı ideolojik ve örgütsel tasfiye süreçleri sonucunda, denebilir ki  bugün son kırk yıllık tarihinin en zayıf, dağınık ve iddiasız dönemini  yaşamaktadır. 12 Eylül yenilgisiyle zaten çok büyük darbeler almış ve önemli  ölçüde liberalleşmiş bulunan sol hareket, ‘89 çöküşünün ardından büyük bir  bölümüyle devrimci geçmişinden tümden koptu ve düzenin icazet alanına kaydı.  Devletin gizli ama gerçek anayasası kabul edilen ‘Milli Güvenlik Siyaset  Belgesi’, ‘90’ların ortasına doğru bu gelişmeyi solun önemli bir bölümüyle ‘ılımlı  çizgiye kaydığı’ saptamasıyla tescil edip kayda geçirdi. Böylece, o güne  kadarki deneyimin sonuçlarını da göz önünde tutarak, kendi icazet ve denetim  sınırları içinde ‘ılımlı bir sol’ yaratmayı devlet katında bir ‘milli politika’  düzeyine çıkardı.” (Parti Değerlendirmeleri- 4, Eksen Yayıncılık,  2009, s.67-68) Konumuza  devam etmek üzere bize gerekli olan özellikle bu son tespittir: Düzenin icazet  ve denetim sınırları içinde “ılımlı bir sol” hareket yaratma hedefinin devlet  katında bir “milli politika” düzeyine çıkarılması. Bu politikanın bilinçli bir  tutumla hayata geçirilmesinde dönüm noktası ise 28 Şubat sürecidir. Aynı yılın (1997)  Kasım ayında gerçekleşen MGK toplantısından iki gün sonra, Hürriyet  gazetesinden Sedat Ergin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin güncellendiğini  duyurdu. Ondan iki gün sonra da, 4 Kasım 1997 tarihli Hürriyet gazetesi, “İşte  Tarihi Değişiklikler” manşetiyle yapılan güncellemeden özetler  yayınladı. (Yazarın da gazetenin de bunu bir “görev”lendirme kapsamında  yaptıklarına kuşku yoktur). Yapılan  özetlemenin konumuzla ilgili bölümler şöyle: “Bölücü  ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir. “Siyasal  İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. “Türk  milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü  mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. “Aşırı  sol yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Ancak bir yumuşama içinde  olduğu görülmektedir.” 28  Şubat’ın hemen ardından SİP’in oturduğu yeni çizgiyi anlamak isteyen herkes bu  dört maddelik değişimi göz önünde bulundurmalıdır. Aynı şekilde, bu aynı  dönemde devrimcilikte ısrar eden parti ve gruplar sonu gelmeyen operasyonlar ve  azgın bir devlet terörüyle ezilirken, özel olarak da hücre saldırısıyla  kırılırken, reformist solun (ÖDP, EMEP, SİP, İP vb.) gördüğü çok özel hoşgörüyü  anlamak isteyenler ise özel olarak son maddeye göz önünde bulundurmalıdırlar. O  zaman ortaya saçılan bilgilerden ve yapılan yorumlardan anlaşılıyordu ki,  kurulu düzen solun önemli bir bölümünün “ılımlı” bir çizgiye ve düzenin icazet  alanına geçişinden fazlasıyla memnundu. Ama solun bir kesimi hala da  devrimcilikte ısrar ediyor, düzenin icazet sınırlarına uyum sağlamayı, onun  yasallığına teslim olmayı inatçı bir biçimde reddediyordu. “Tehdit  unsuru olmaya devam eden” sol işte bu soldu. Bu kesimin örgütsel olarak  çökertilmesi, kadrosal ve moral olarak güçten düşürülmesi, böylece vaktiyle  solun öteki kesimi üzerinden başarıldığı gibi, bir “yumuşama” sürecine  sokulması gerekiyordu. İzleyen dönemde yapılan tam da bu oldu. Sonu gelmeyen  örgüt operasyonları, devrimci hareketin kadrosal gücünü kırmak üzere hücre  saldırısına hazırlık, bu hazırlık içinde önce Ulucanlar ve ardından 19 Aralık  Katliamları, tüm bunlar bunun içindi. Başta SİP olmak üzere, dönemin hemen tüm  reformist akımları, olup bitenleri, saldırı altındaki devrimci harekete  destekten geri durmak anlamında, uzak bir ilgisizlikle, ama böylece kendileri  için zeminin düzlendiğinin bilincinde olarak, özel bir ilgiyle, elleri böğründe  izlediler. Hiçbir şey bu son noktayı, 19 Aralık katliamında yaşamını yitiren  devrimcilerin henüz cesetleri bile soğumamışken, o günkü ve bugünkü SİP  liderlerinden Aydemir Güler’in kaleme aldığı o utanç verici yazıdan daha iyi  gözler önünde seremezdi. Akıtılan  devrimci kanıyla düzlenen zeminTKİP  katliamın ardından yaptığı değerlendirmelerin birinde, ‘90’lı yılların ikinci  yarısında özellikle yoğunlaşan ve sonunda 19 Aralık Katliamına varan baskı ve  terör politikalarının anlamını, amaçlarını ve sonuçlarını ortaya koyarken  şunları söylüyordu: “Bu  çabanın kendiliğinden bir sonucu, meydanın gitgide daha çok reformist akımlara  kalmasıdır. Böylece devrimci mücadeleye akan yeni güçler bu akımlar tarafından  düzen zeminlerinde tutulmakta, reformist sol politikalar ekseninde çürütülüp  kötürümleştirilmektedirler. Fakat bu kendiliğinden bir sonuç olmanın ötesinde,  burjuvazinin, onun adına ülkeyi yönetenlerin çok bilinçli bir tercihidir. Bu,  devletin temel politika ve tercihlerini içeren ‘Milli Güvenlik Siyaset  Belgesi’nin açık biçimde tanımladığı bir temel devlet politikasıdır. Sorun  burada, devrimci olanın ezilmesi ve ‘ılımlı’ olanın düzene entegre edilmesi  olarak formüle edilmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emekçi hareketinin bugünü ve  geleceği için hayati bir önem taşıyan hücre saldırısına karşı üstüne düşenleri  pratikte yapmaya yanaşmayan; dahası, içlerinden bazıları daha katliam ve  direniş sürüyorken meydan artık bize kaldı diye yazacak kadar kendinden geçen  reformist solun konumuna ve misyonuna, devletin ‘Siyaset Belgesi’deki temel  tercihleri üzerinden de bakılabilmelidir.” (Sarsıcı ve Aydınlatıcı  Gelişmeler, Ekim, Sayı: 220, Şubat 2001, Başyazı, Parti  Değerlendirmeleri- 1, s.227) Kanlı  katliamların ardından artık “kendi dönemleri”nin başladığını açık açık  söyleyebilecek denli kendinden geçebilen SİP liderleri, işte tamı tamına bu  aynı günlerde, TKP olmaya hazırlanıyorlardı. (Aldıkları “tüyo”ların verdiği  itkiyle ve düzenin egemen katlarını yoklamak üzere, KP adı altında bir ön  denemeye girişmiş, merak ve umutla sonucu bekliyorlardı). Ülke hücre  saldırısıyla başlayan ve kanlı katliamlarla süren olaylarla çalkalanıyorken, onların  kendi öncelikli gündemi işte buydu. Tam da devrimcilerin kırımdan geçirildiği o  ağır günlerde, tam seksen yıldır sürmekte olan bir yasağı aşarak komünist  partisi adıyla ortaya çıkabileceklerini düşündüklerine göre, bir bildikleri  olmalıydı. Hücre  saldırısını ve 19 Aralık katliamını izleyen yıl içinde, yani devrimci hareketin  yaşadığı en büyük kırımlardan birinin hemen ardından, muratlarına erdiler.  Partiler yasasındaki kesin yasak hala sürdüğü halde KP’nin kapatılmadığını  görünce, bunu bir yeşil ışık saydılar ve olağanüstü bir SİP kongresi toplayarak  bir anda “TKP” oluverdiler. Atılan adım açıkça yürürlükteki yasalara aykırı  olduğu için, Yargıtay Başsavcılığı göstermelik bir dava açtı. Gerçekte dava tam  da yasağı kaldırmak içindi. Nitekim çok geçmeden Yargıtay Başsavcılığı, Siyasi  Partiler Kanunu’nda “komünist” adıyla parti kurulmasını yasaklayan hükmün  iptalini ve TKP’ye ilişkin açılan kapatma davasının reddini istedi. Böylece  devlet, ifade uygunsa kendisine karşı “tek kurşun bile atılmadan”, seksen yıllık  yasağa son verdi. (Türkiye gerçekten değişmiş olmalıydı: “Komünist” yasağına  karşı “savaş” artık Yargıtay nezdinde ve Anayasa Mahkemesi salonlarında  veriliyor, kolaylıkla da kazanılıyordu!) Solun  “yıkıcı” kesimi kanlı katliamlarla ezilip F Tipi tecrit hücrelerine tıkılırken,  “bölücü” kesimi uluslararası çapta komplolarla kargaşaya ve moral yıkıma  itilirken, “ılımlı” kesiminin önü işte böyle açılıyordu. Devlet (cumhuriyet!)  ne yaptığını gerçekten çok iyi biliyordu. Dördüncü  kitaba ilişkin tanıma yeniden dönelim: “Karşı devrimin etkisiyle sol tasfiye  olurken Gelenek hareketinin bizi bugüne taşıyan partileşme süreci ve TKP’nin  yeniden doğuşu.” Yukarıda  sunulan gerçeklerin ışığında bu sözler, SİP-TKP payına hazin bir itirafın  ifadesi sayılmalıdır. *** Vardığımız  yerde SİP-TKP ancak doğmuş bulunduğuna göre, konumuzla bağlantılı sınırlar  içinde bile ona ilişkin söylenmesi gerekenlerin sonuna gelmiş olamayız. Gelenek dergisinin SİP’in TKP adını almasını izleyen ve bu gelişmeyi konu eden  sayısında (69 /Kasım 2001) şunlar söyleniyordu: “TKP açılımı solda bir  dönemin kapanışına denk düşmektedir.” Kapanan dönemin hangisi olduğunu  görmüş bulunuyoruz. Peki bu yüksek perdeli iddiayı dile getiren kim olabilir  sizce? Evet, doğru tahmin ettiniz. 19 Aralık katliamının sabahında, daha otuza  yakın devrimcinin cesedi bile soğumamışken, daha yüzlerce devrimci kan revan  içindeyken, daha hapishane çatılarından ateşe verilmiş koğuşların dumanları  tütüyorken, battaniyeler sarınmış kadın tutsaklar “bizi diri diri yaktılar”  diye acı içinde haykırıyorken, el ovuştururcasına artık devrimci-demokrasinin  dönemi bitti, bizim dönemimiz başlıyor diyebilen o aynı kişi: SİP’li Aydemir  Güler! Bu  sözlerin korkunç bir katliamın dehşeti içinde yaşanan bir anlık bir akıl  tutulmasının ürünü olmadığını, yalnızca yukarıya aldığımız ifade değil, bu  ifadenin yer aldığı yazının başlığı da açıklıkla ortaya koyuyor: “TKP: Bir  perde açılıyor.” “Devrimci-demokrasi”  olarak kodlanan Türkiye devrimci hareketinin ilan edilen ölümüyle “bir dönem  kapanırken”, yıllardır SİP adı taşıyan “karakol görmemişler” partisinin bir  kongre salonunda “TKP” adını almasıyla birlikte “bir perde açılıyor”! O halde  açılan perdenin açığa çıkardığı sahnede olup bitenlere kuşbakışı da olsa bir  göz atmamız gerekecek. Yine ana konumuzun sınırları içinde kuşkusuz. SİP-TKP’ye  ikinci bir bölümle devam edeceğiz... www.tkip.org |