|  AB dış sınırlarında “ölümüne yıldırmak” Eylem Güneş   Avrupa  Birliği (AB) üyesi 12 ülkenin (Yunanistan, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan,  Çekya, Danimarka, Estonya, Litvanya, Letonya, Kıbrıs, Slovakya ve Polonya)  içişlerinden veya göçten sorumlu bakanları, AB dış sınırlarında göçmenlere  karşı “fiziksel bariyer” kurulması, güçlendirilmesi ve Avrupa’daki yasal  çerçevenin “yeni gerçekliklere” uyumlu hale getirilmesi taleplerini içeren bir  mektup imzaladılar. Mektup,  ekim ayının başında, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Margaritis Schinas ve AB  Komisyonu’nun içişlerinden sorumlu üyesi Ylva Johansson’a gönderildi. Mektupta  “fiziksel engellerin” etkili bir sınır koruma tedbiri ve “meşru” olduğu iddia  edilerek, AB bütçesinden fon istendi ve fona öncelik verilmesi talep edildi.  Özetle, AB’ye üye ülkelerin “ulusal güvenliklerini” ve “AB güvenliğini” sağlama  bahanesiyle, “tehdide karşı hızlı ve orantılı şekilde harekete geçilmesi”,  “daha ileri önleyici tedbirlerle” sınırların güçlendirilmesi ve AB yasalarınca  buna izin verilmesi gerektiği savunuluyor. AB  ülkeleri bununla mültecileri bir güvenlik sorunu, bir tehdit unsuru olarak  gösteriyor, kıtada yıllardır uygulanan insanlık dışı mülteci politikalarını ve  “push back” (mültecileri fiziksel güçle “geri itme”) pratiğini meşrulaştırmaya  çalışıyorlar. “Avrupa  Kalesi” surlarla korunuyorAvrupa  Birliği surlarla çevrili bir Avrupa kalesi istiyor. Üye ülkeler sınırlarını  kapatıyor, savaştan zulümden, açlıktan kaçanlar için güvenli kaçış yollarını  engelliyor ve onları tehlikeli yollara zorluyor. Mültecileri ve göçmenleri  kıtaya ulaşmadan çok önce tutmaları ve Akdeniz’de muhafızlık yapmaları için  örneğin Kuzey Afrika, Doğu Avrupa veya Türkiye gibi ülkelerin gerici  rejimleriyle kirli pazarlıklar yapılıyor. Avrupalı emperyalistler son dönemde  ise Ruanda’yla veya Taliban’ın insanlık dışı zulmünden kaçan insanların  Avrupa’ya gelmesinin önüne geçebilmek için Afganistan’ın komşularıyla mali bir  anlaşma üzerinde pazarlıklar sürdürüyorlar. Avrupa kapılarına ulaşabilen  insanlara karşı uygulanan şiddet ve yasadışı geri itme vahşeti giderek  normalleşiyor. Her ne  kadar üye ülkeler bunu reddedip yalanlasalar da mültecilere uygulanan yasadışı  geri itme politikası ve yoğun şiddet AB’nin yıllardır uyguladığı bir pratiktir,  onun mülteciler politikasının bir parçasıdır. AB, Akdeniz’de yıllardır sinsi  bir geri itme planı uyguluyor. 2014’ten bu yana hayatını kaybeden 20.000’den  fazla mülteciyle dünyanın en ölümcül ülkesi olan Libya ile İtalya arasındaki  kaçış rotasında, AB neredeyse tüm deniz kurtarma operasyonlarını durdurdu ve  yalnızca Libya sahil güvenlik görevlilerine mülteci botları hakkında bilgi  vermekle yetindi. Libya Sahil Güvenliği, topladığı mültecileri Libya’ya geri  götürerek gözaltı hapishanelerine kapattı. Bu kişilerin akıbetleri hakkında  hiçbir bilgi yok. 10  gazetecilik kuruluşunun geri itmeler üzerine 8 ay süren araştırmasıLibération,  Der Spiegel, SRF, Rundschau, ARD Monitor, ARD Studio Wien, Liberation, RTL  Hırvatistan, Novosti ve Pointer’ın katılımının olduğu araştırmacı  gazetecilik kuruluşu Lighthouse Reports, 8 ay boyunca araştırmalar  yaptı. Mültecilerin geçiş yollarına yerleştirilen gizli kameralarla görüntüler  kaydedildi, mültecilerin ifadeleri toplandı, emir komuta zincirleri  araştırıldı. Yanı sıra polislerin uydu ve dron kayıtları ile sosyal medya  hesapları değerlendirildi, onlarca polise sorular yöneltildi, AB fonlarından  ödenen paraları araştırıldı. Ekimin  ilk haftası yayınlanan raporda Mayıs ve Eylül 2021 arasında Hırvatistan,  Macaristan ve Yunanistan sınırlarında yaşanan insan hakları ihlalleri, çok  sayıda geri itme eylemi, 148 mültecinin, vahşice şiddet kullanılarak 38 farklı  polis tarafından Bosna’ya yasadışı bir şekilde sınır dışı edildiği gibi olaylar  görüntülerle belgelendi. Gizli kamera kayıtlarıyla elde edilen kanıtlarda  dehşete düşüren görüntüler vardı. Hırvat-Bosna sınırındaki Korana nehrinde bir  grup mülteci kar maskeli üniformalı kişiler tarafından sürülürken, ormanda  yankılanan acı çığlıklar, bir polisin sınırdan sürdükleri mültecileri teker  teker coplaması, Bosna tarafında çalıların arkasına gizlenmiş televizyon  ekibinin görüntülediği bir grup mültecinin vücutlarındaki darp izleri... Video  kayıtlarında erkeklerin üniformalarında yaka kartları bulunmamakla birlikte,  bunların “müdahale polis”i üyesi oldukları ifade ediliyor. Doğrudan Zagreb’deki  polis merkezine bağlı ve Hırvat polisinin özel gücü olduğu söylenen “müdahale  polisi” sınır polisleri ile birlikte sınırlarda operasyonlar yürütüyor,  yakaladıkları mültecileri sınırdan itiyor. Bazı Hırvat polis kaynakları da  mültecilerin sırt çantalarının, paralarının, cep telefonlarının ve değerli  eşyalarının çalındığını veya el konulduğunu ve bazılarının çöplüklerde  yakıldığını doğruluyor. Der Spiegel’in bazı polislerle yaptığı  röportajlara dayandırdığı bilgilere göre, operasyonun tamamı İçişleri Bakanlığı  tarafından “Operasyon Koridoru” adı altında yürütülüyor. “Geri  itmeler” münferit değil On  Avrupa medya kuruluşunun hazırladığı araştırmadan çıkan bilgiler karşısında  sözde dehşete düşen AB, raporların “çok endişe verici” olduğunu ve olayların  soruşturulmasını talep etti. AB İçişleri Komiseri Ylva Johansson, 8 Ekim’de  Brüksel’de yaptığı konuşmada, “Bunun Avrupa Birliği imajına ciddi şekilde zarar  verdiğini düşünüyorum” ifadelerini kullandı. Yani AB’nin endişesi, yaşanan insan  hakları ihlalleri ve mültecilerin karşılaştığı şiddet değil, kendi imajından  ibaret... Hırvatistan  İçişleri Bakanı söz konusu iddialara ilişkin soruşturma başlatılacağını  söylerken, Romanya’dan konu hakkında henüz resmi bir açıklama gelmedi. Yunanistan  ise iddiaları reddetti, “Sınırlarımızı savunduğumuz için özür dilemeyeceğiz”  dedi. Johansson, Yunanistan’ın bu tutumunu kınadığını söyledi. Johansson  kınadığı tutum, Yunanistan’ın Ege Denizi’nde mültecilere karşı işlediği  insanlık suçu değil. Ne de olsa milyonlarca avro harcayıp sınırlarına çit çeken  ve mültecilerin kalması için yeni kapalı kamplar, hapishaneler finanse eden  bizzat AB’nin kendisi. Yunanistan  daha önce de mülteci botlarını geri itme, göçmenlere yasa dışı gözaltı ve  şiddet gibi insan hakları ihlalleriyle sık sık gündeme geliyordu. 10 medya  kuruluşunun hazırladığı raporda mültecilere yönelik şiddetin son zamanlarda  nasıl tırmandığını gösteren çok sayıda video kaydı mevcut. Yunan adalarında  sistematik olarak izlenen göçmenler ve sığınmacıların toplanıp cankurtaran  sallarına atılarak sürücüsüz ve can yeleksiz açık denize geri itildiği,  araştırmalara göre bu kişilerin sahil güvenlik mensubu olduğu da belgeleniyor.  Eski bir Yunan Sahil Güvenlik görevlisi, talimatların doğrudan Atina’dan ve sözlü  olarak geldiğini ifade ediyor. Bloğun  doğu sınırında yeni trajediler yaşanıyor Son  aylarda güneyde geçiş yollarının kesilmesi nedeniyle bloğun doğu sınırı  mülteciler için önemli bir giriş noktası haline geldi. Ağustos ayında binlerce  kişi bu sınırlardan yasadışı yolları kullanarak geçmeye çalıştı. Bunun üzerine  Litvanya hükümeti acil durum ilan etti, mültecileri zorla geri gönderileceğini  duyurdu. Letonya hükümeti, Belarus sınırına yakın bölgelerde 11 Ağustos-10  Kasım arasında geçerli olmak üzere olağanüstü hal ilan etti. Polonya’nın dinci  faşist hükümeti ise 1 Eylül’de Belarus sınırındaki üç kilometrelik bir  koridorda olağanüstü hal ilan etti ve bunu 1 Ekim’de 60 gün daha uzattı.  Gazetecilerin, mültecilere yardım örgütlerinin ve avukatlarının bölgeye girmesi  yasaklandı ve bölgeden her türlü haber alma engellendi. Polonya  ve Belarus arasındaki 418 kilometrelik sınır hattındaki bataklık ve ormanlık  alanda donma noktasına yakın ısı altında kaç mültecinin kamp kurduğu ve sınırı  geçmeye çalıştığı bilinmiyor. Şimdilik, etrafı dikenli teller ve silahlı  askerlerle çevrili bir alanda açık havada tutulan 32 kişilik bir Afgan grup  olduğu biliniyor. Ayrıca aralarında 3 çocuğun bulunduğu 26 Suriyeli mülteciden  oluşan bir başka grup da Terespol yakınlarında mahsur kaldı ve etrafı silahlı  Belarus ve Polonya askerleri tarafından kuşatıldı. Uluslararası Af Örgütü 32  kişilik grubun 18 Ağustos’ta sınırın Polonya tarafında olduğunu gösteren, ancak  “bir gecede Belarus tarafına itildikleri”ni kanıtlayan uydu görüntülerinin ve  fotoğrafların ellerinde olduğunu açıklamasına rağmen, AB kulaklarını tıkamış  durumda. Sınırda  mahsur kalan mültecilerin durumu giderek daha dramatik hale geliyor. Şu ana  kadar sınırda AB’nin insanlık dışı politikalarının kurbanı olan 6 Iraklı  mülteci, soğuktan ve açlıktan öldü. Polonya ve Belarus arasındaki sınır  şeridinde mültecilerin yaşadığı korkunç acılarının, ölümlerin tüm sorumluluğu  Polonya hükümeti ve Brüksel’e aittir. Medya kuruluşlarının hazırladığı rapor  İnsan hakları ihlalleri ve geri itmelerin münferit vakalar olmadığını, AB  hukuku, Cenevre Mülteci Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi  kapsamındaki uluslararası yükümlülüklerin bizzat üye ülkelerce yerine  getirilmediğini gösteriyor. Avrupa  Birliği Antlaşması’nın 2. maddesi şöyle diyor: “Birliğin temel aldığı değerler  insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan  haklarına saygıdır...”  AB  emperyalistleri ve üye ülkeler sistematik olarak insan haklarını ihlal ederken  sözü edilen değerler neler acaba? Avrupa’nın dış sınırlarının korunması  bahanesiyle insanların hayvanlar gibi coplanarak atılması ve Brüksel’ in buna  para vermesi mi? Afganistan’da vahşetten kaçanların ortada bırakılması mı?  Savaşlardan, zulüm ve açlıktan kaçanların derme çatma botlarla Avrupa’ya  ulaşmaya çalışırken Akdeniz’in karanlık sularında ölüme itilmeleri mi?  Hırvatistan ormanlarında ve diğer yerlerde, insanların coplanarak AB’den  yasadışı itilmeye çalışılması mı? Polonya- Belarus sınırında AB’den itilen  insanların açlık ve soğuktan ölmesi mi? Her şeye rağmen Avrupa’ya ulaşan  mültecilerin, İtalya ve Yunanistan’daki toplu mülteci kamplarında, çadır  kentlerde aylarca insanlık dışı koşullarda tutulması mı? Sorumluluğun Türkiye,  Libya, Pakistan vb. üçüncü ülkelerin üzerine atılması mı? Ulaştıkları ülkelerde  mültecilerin sınır dışı edilip, açlık veya savaşa geri gönderilmesine karar  verilmesi mi? Ya da ucuz ve savunmasız işgücü olarak görülmeleri mi? Veya bir  mültecinin hiç bilmediği bu yabancı diyarlarda fuhuşa sürüklenmesi, taciz ve  şiddete maruz kalması mı AB’nin temel aldığı değerler? Umuda  yolculukAfrika’dan,  Asya’dan, Ortadoğu’dan, Latin Amerika’dan; emperyalist savaşlardan,  emperyalistlerin destekledikleri bölgesel mezhep çatışmalarının getirdiği ölüm  ve yıkımdan, ekonomik krizin sonuçları olan açlık, sefalet ve geleceksizlikten,  faşist ve baskıcı rejimlerin zulmünden, iklim krizinin yol açtığı kuraklık ve  kıtlıktan kurtulmak için daha iyi bir yaşam umuduyla yaşadıkları yerleri terk  eden insanlar tehlikenin, şiddetin, taciz ve tecavüzün kol gezdiği kaçak  yollardan Avrupa ve Amerika kapılarına dayanıyorlar. Uluslararası  Göç Örgütü rakamlarına göre, günümüzde her yedi kişinden biri göçmen. Keza BM  Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından yayımlanan rapora göre, 2020  yılı ortası itibarıyla savaştan, zulümden ve çatışmalardan kaçan insan sayısı  80 milyonu aştı. Bu, ikinci emperyalist paylaşım savaşından bu yana ulaşılan en  yüksek rakam. Umuda  yolculuk daha yollarda iken son bulabiliyor. Kimi soğuk ve açlıktan, kimi  tırların soğuk hava depolarında havasızlıktan, kimisi ise Akdeniz’in karanlık  ve soğuk sularında boğularak yaşamlarını yitiriyorlar. Akdeniz toplu bir  mezarlığa dönüşmüş durumda. BM verilerine göre 2014-2019 yılları arasında 19  bin kişi bu göç yolunda yaşamını yitirdi. Sömürü,  kâr ve talan üzerine kurulu kapitalist sistem var olduğu sürece ne savaşlar ve  yoksulluk, ne de açlık bitecektir. Dahası insanca yaşam hayali ve umudu  insanları göç yollarına dökmeye devam edecektir. Yani göç sorunu çözülmek şöyle  dursun, göç dalgası kaçınılmaz olarak daha da büyüyecektir. Çünkü kapitalizmin  uzun süredir içinde olduğu çok yönlü kriz son dönemde korona krizi, iklim krizi  vb.nin de etkisiyle derinleşerek sürüyor. Dolayısıyla sefalet artıyor,  emperyalist savaşlar sürüyor, bölgelere ölüm ve yıkım yağıyor. İşçi  ve emekçiler tüm bu sorunların kaynağı olan kapitalist sistemi yıkıp,  sınıfların, sınırların, sömürünün olmadığı, insanların özgür, eşit ve kardeşçe  yaşadığı bir dünya yaratmadığı sürece milyonlarca insan daha iyi yaşamak için  ölümü göze alarak umuda yolculuğunu sürdürecektir.           Şili’de Mapuçelerin        direnişine karşıolağanüstü hal
  Yerli  halk Mapuçelerin direnişine karşı, Şili’nin güneyinde olağanüstü hal ilan  edildi ve bu kapsamda polise geniş kapsamlı yetkiler verildi. İnsan hakları ve  demokratik haklar askıya alındı. Devlet Başkanı Sebastian Pinera, olağanüstü  hal kararına “şiddet dalgası ve kamu düzeninin bozulmasının” neden olduğunu  duyurdu. Pinera, polisin yanı sıra ordunun da Biobio, Arauco, Malleco ve Cautin  eyaletlerinde polisi destekleyeceğini ve “kamu düzeninin ciddi şekilde  bozulmasına” karşı önlem almaları için asker gönderilmesinin emredildiğini  açıkladı. Pinera,  “Anayasa çerçevesinde ilan edilen olağanüstü halin hiçbir şekilde bir halka  veya bir gruba karşı olmadığını” belirtse de OHAL kararının yerli halk  Mapuçelere karşı alındığı söyleniyor. MapuçelerMapuçeler,  çoğunlukla Orta ve Güney Şili ile Güney Arjantin’de yaşayan yerli Kızılderili  bir halktır. Mapuçelerin konuştuğu Mapudungun dilinde “Mapu” toprak, “Çe”  insan, dolayısıyla Mupuçe de “toprağın insanı” anlamına geliyor. Mapuçeler  tarihte İnka İmparatorluğu’nun (1438-1533) istilasına karşı ülke çapında  örgütlenerek başarılı bir şekilde direnmişlerdir. Bío-Bío Nehri’ni doğal bir  sınır olarak kabul edip, İspanya sömürgeciliğinin sömürgeleştirmesine karşı 16.  yüzyıldan 19. yüzyıla kadar direnen ve savaşan bir halktır. Bu savaş Arauco  Savaşı olarak bilinir. Şair Alonso de Ercilla (1533-1594) bu direnişi “La  Araucana” adlı eserinde bir şiirle ölümsüzleştirerek tarihe mal etmiştir. En  önemli geçim kaynakları tarım olan “toprağın insanları” kapitalizmin gelişmesi  ile birlikte, hep topraklarından edilme ile karşı karşıya kalmışlardır.  “Modern” Şili devleti de Mapuçeleri topraklarından etmek için her türlü yönteme  başvurmuştur ve buna devam etmektedir. Mapuçeler  “modern” Şili’de en çok faşist diktatör Augusto Pinochet döneminde baskıya  maruz kalmışlardı. Pinochet sonrası da baskılar devam etti, ediyor. Mapuçeler,  yaşadıkları topraklar ve yağmur ormanları uluslararası kereste şirketlerine  peşkeş çekilerek, topraklarından sistematik olarak koparılıyorlar. 19  milyon nüfusu olan Şili’de hala 1,7 milyon Mapuçe yaşıyor. Yeni ilan edilen  olağan üstü hal, Mapuçelerin özerklik talebi ve geleneksel mülkleri olarak  gördükleri bölgelerin geri verilmesini istemelerinden kaynaklanıyor. 10 Ekim  Pazar günü Şili’nin başkenti Santiago’da yerli Mapuçelerin talepleri için  düzenlenen gösteriye kolluk kuvvetleri saldırmış, üniversite öğrencisi olduğu  belirlenen bir “gösterici” öldürülmüştü. Polis, “Bir grup maskeli gösterici  polislere havai fişeklerle saldırdı ve bu fişeklerden biri ölen protestocuya  isabet etti” açıklaması yapmıştı. Sosyal  medyaya yansıyan haber ve görüntülerde, kolluk kuvvetlerinin göstericilere  karşı gaddarca davrandığı, şiddet uyguladığı görülüyor. Ölen göstericinin  annesi, yaptığı açıklamada, “Kızımın katili polistir. Polisin açıklamasına  zaten kimsenin inanmıyor” dedi. Öğrencisi olduğu üniversite, “Öğrencimiz bir  insan hakları örgütü için mitingi izliyordu” açıklamasında bulundu. Şili’de  geçtiğimiz temmuz ayından bu yana Mapuçelere daha fazla hak vereceği iddia  edilen yeni bir anayasa çalışması var. Sözü geçen Anayasa Komisyonu’nun başına  Maçupeli bir kadın getirilmiş ve bu da “tarihi bir adım” olarak lanse  edilmişti. Hala  yürürlükte olan Anayasa, Augusto Pinochet’nin faşist askeri diktatörlüğü  döneminden kalma. Şili’de birçok şeyde olduğu gibi, zenginle fakirler  arasındaki derin makasta da Pinochet’in Anayasası sorumlu tutulmaktadır. Ancak  yaşanan yeni gelişmelerden de görüleceği gibi, sorumlu Anayasa değil, Anayasayı  yapan Şili burjuvazisi ve sermaye devletidir. |